1 Mart 2012 Perşembe

ARSIZLAR ve YÜZSÜZLER


Türk atasözlerinin en güzellerinden birisidir: “Görünen köy kılavuz istemez” denir. Fenerbahçe Ülker’in dün yaşadığı hezimet ortada… Buraya nasıl gelindiğinin en güzel özeti bu atasözüdür. Görünüyordu, biliniyordu, duyuluyordu… Bu takımdan bir numara olmayacağı, tez zamanda neşter vurulması gerektiği o kadar belliydi ki… Bile bile lades dedik. Kaza geliyorum demekle kalmıyor, bas bas bağırıyordu. Göstere göstere, yalanların ardına sığına sığına, kendimizi ve taraftarı kandıra kandıra uçuruma yuvarlandık. Bir avuç divane kendi kendine bağıradursun…

Tarih 04 Kasım 2011’di ve bir Cuma günüydü. Bir gün önce Nancy maçını kazanmıştık. Galibiyetin sevincini yaşamak yerine bu blogda bir yazı kaleme aldık: "YOK MU BU ADAMA DUR DİYECEK?" Bu adam dediğimiz, elbette takımın bu hale gelmesinde baş sorumlu olan Neven Spahjia’ydı.

Galibiyete rağmen o yazımda şunları belirtmiştim:

“Risk alamayan, "az olsun benim olsun" diyen adamlarla buraya kadar... O, küçük dünyasında mesut. Yıldızlardan korkan bütün koçlar böyledir aslında; kendilerine güvenemez, risk almayı sevmez, dar dünyalarında lokal başarılarla avunur dururlar. Onlar küçük takımlara "beklentilerin üstünde" başarı kazandırarak takdir edilir, büyük takımların beklentilerinin altında ezilirler. Büyük oyuncuları bu yüzden sevmezler.”

Ve yazıyı Aydın Örs’e seslenerek noktalamıştık:

“Hocam seni çok seviyoruz. Ama sormak zorundayım. Bu takımın bu kadar doğranıp budanmasına, bu zihniyet küçüklüğüne, bu dar kafalılığa nasıl göz yumuyor, nasıl tahammül ediyorsun sevgili hocam? Senin etkin ve yetkin nedir? Ne zaman insiyatif alacak, Nasrettin hocanın leyleği gibi durmadan budanan bu takımı ne zaman Spahjia'nın gazabından koruyacaksın?”

Maalesef kendi kendimize dövündüğümüzle kaldık. Kimse gerçekleri görmeye yanaşmıyordu. Piyangodan çıkan ve hiç hak edilmeyen grup liderliği, bahsedilen vurdumduymazlığı daha da derinleştirdi.

Dün Euroleague’de tamam yahut devam maçına çıktık. Dün akşam hiçbir iddiası kalmayan Milano önünde yarım sayıyla bile kazanmamız durumunda Euroleague’de çeyrek final oynayacak, bu kadar kötü geçen bir sezonda harika bir derece yapmış olacaktık. Dün kazanmamız durumunda Avrupa’nın en iyi sekiz takımından birisi olarak tescillenecektik. Çünkü dün Panathinaikos deplasmanda Kazan’ı yenerek bize çeyrek final yolu açmıştı.

Maç öncesi şunları düşünüyordum:
Biz kazanır ve Panathinaikos kaybeder; o şekilde elenirsek yıkımı büyük olmaz. Sadece üzülürüz, 17 sayıdan verilen deplasmandaki Kazan maçına hayıflanırız filan...

Hem Panathinaikos yenilir, hem biz yenilirsek üzüntünün yanında biraz öfke olur ama zaten kazansak bile işe yaramayacağı için herhangi bir mağlubiyetin öfkesinden ileriye geçmez.

Amaaaaa... Panathinaikos bu akşam Kazan'ı yener ve biz buna rağmen Milano'ya yenilip elenirsek... İşte onun yıkımı çok ama çok ağır olur. Hem oyuncular, hem taraftar nezdinde...

İşte, maalesef en korktuğum, en istemediğim ama en çok ihtimal verdiğim şık gerçekleşti. Panathinaikos bize çeyrek final yolunu açtı ama biz ruhsuz bir oyunla hiçbir iddiası kalmayan Milano’ya yenildik. Sanki Milano’nun şansı devam ediyor, biz defteri kapatmış bir havada oynayarak…

Zaten maçın ilk devresini 46-40 geride kapattığımızda hadisenin rengi belli olmuştu.Böyle kritik bir final maçına, alışıldık tabirle “tamam ya da devam maçına” çıkan bir takım çok kötü hücum edebilir, çok kötü şut atabilir; ama asla bir devrede 46 sayı yemez. Bu kadar göstermelik ve yumuşak savunma yapmaz. Her ne gerekçeyle olursa olsun, bu şartlarda 46 sayı yiyen bir takım DEVAM ETMEYİ İSTEMİYOR demektir. Boşverin tekniği, taktiği... Bu durumda hepsi hikaye...

Taraftar cephesinde bu şekilde elenmenin yıkımı korkunç oldu. Takımın bu kadar kolay teslim olmasını herhalde içine sindirebilen yoktur. Ama görüyoruz ki, yönetim, teknik heyet ve oyuncu cephesinde böyle bir mahcubiyet yok. Utanmak, arlanmak lazım. Utanan ve arlanan gereğini yapar. Ancak utanmazlar ve arlanmazlar böyle rezaletler karşısında gelecek masalları, ninniler okumaya, başını kuma gömmeye devam eder.

Ne yalan söyliyeyim; bir takım olumsuz işaretlere rağmen geçen sezonun genelinde Spahjia’ya destek olduk. Aslında bugün şikayetçi olduğumuz çoğu şeyin belirtileri geçen sezonda vardı. Rakiplerin büyük farklardan geri gelmesi, oyunu tutamamak, kritik maçlarda çuvallamak gibi… Nitekim ilk 3 maçı kazanıp, son 3 maçı acemiliklerle kaybederek Top-16’dan elenmek benzeri zor olacak bir ayıptı. Ama ilk sene dedik, olur dedik. Çünkü ardımızda bir Tanjevic kabusu bırakmıştık. Bu sıkıntılara razıydık.

Fakat gördük ki, ol-ma-ya-cak. Bu kadar net. Olmayacağı transfer politikasından belliydi. Bu arada dikkatinizi çekmiştir, çünkü artık geleneğimiz oldu: Her maçta, özellikle Euroleague'de rakibin sıradan bir oyuncusu çıkıyor ve kariyer maçını bize karşı oynuyor. Torunlarına gururla anlatacağı en harika performansları bizim maçlarda sergiliyor. Bu durum bile Spahjia'nın NE KADAR ACİZ ve YETERSİZ OLDUĞUNU GÖSTEREN EN ÖNEMLİ KRİTERLERDEN BİRİSİDİR. 40 dakika boş boş baktığının ve maç içi beklenmedik sorunlara çözüm üretme konusunda ne kadar vasıfsız olduğunun bir numaralı işaretidir.

Mesela dün gard savunması çökmüşken, rakip gard bilgisayar oyunu gibi takımını yönetirken, en azından 3-5 dakika ve baskı amaçlı Hakan Demirel denense n'olurdu? Ukic’ten daha mı kötü savunma yapardı? Rotasyon, rotasyon diyorlar… İlk devre Oğuz’u, ikinci devre Vidmar’ı hiç ama hiç oynatmamak nasıl bir rotasyondur? Ya hiç oynatma, yahut oynatacaksan, maçın ikinci yarısından önce hatırla… Diğer türlü “denize düşen yılana sarılır” durumu oluyor. Vidmar mevzuunda ise… Dün takımın temel problemi isteksizlik, iştahsızlıkken ve boyalı bölge yol geçen hanına dönmüşken, böyle kendini paralayan bir oyuncu maçın ikinci devresinde tamamen unutulmayı hak edecek ne yaptı? Bunların izahı yok. “Nerden baksan tutarsızlık, nerden baksan ahmakça…”
Ukic demişken… Bir hafta önce Kazan maçını uzatmaya taşıyan basketi atmıştı. Maç sonu röportajında, maçı uzatmaya taşıyan basket konusunda: "Ben böyle anlar için yaşıyorum" dedi. Bunu duyduğumda gerçekten katıla katıla gülmüştüm. Tamam, belki bir zamanlar Kezman'ın Beşiktaş'a attığı gol gibi sezonun basketi olacaktı... Eğer turu geçseydik… Şüphesiz çok değerli bir basketti. Ama yani, "ben böyle anlar için yaşıyorum” filan… Bilmediğimiz Ukic olsa Reggie Miller, Kobe Bryant, Paul Pierce filan konuşuyor sanacağız.

Nitekim dün gördük nasıl anlar için yaşadığını. Koskoca maçı takımın oyun kurucusu 1 asistle tamamlıyor. Yanlış okumadınız, yazıyla BİR asist. Yaptığı top kayıplarını ben sayamadım. Üstelik en kritik yerlerde ve hiç baskı yokken…

Daha sezonun ilk günlerinde Ukic mevzuunda çok yazıp çizdim. Geçen yılda öyle… Şunlar ise haftalar önce fenerbasket’te yazdıklarım: “Ben Ukic'in çok yetenekli, değerli bir oyuncu olduğunu her zaman iddia ettim. Ama Ukic etrafında takım kurulacak bir "lider" değil. Ukic asla tepeye oynayan bir takımın esas yıldızı olamaz. Ukic'in yeteneklerini sorgulayan çarpılır ama Ukic'in mental direncine güvenen de ortada kalır. Lider demek illa point-gard demek değildir. Mesela Olympiakos'un lideri Spanulis, CSKA'nın lideri Kirilenko, Barca'nın lideri Navarro'dur. Bizde böyle bir lider oyuncu yok. Mega-star diyeceğimiz, takımın başarısı ile kendi kariyerini paralel gören, elini taşın altına koyacak, koç kadar takım üzerinde ağırlığı olacak winner bir karakter... Saras'ın bir zamanlar Macabi'de, Diamantidis'in Pana'da olduğu gibi... Böyle bir liderin takımında Ukic bence ikinci yıldız ama ilk gard olarak çok daha faydalı olur. Oysa biz Vince Carter'dan Kobe Bryant olmasını bekliyoruz. Olmaz, olamaz. Bu iş sadece yetenek işi değil; yaradılıştan gelen bir karakter, bir duruş meselesi...”

Nitekim, dün akşam Ukic beni bir kez daha doğruladı. Nerdeyse bir sene oluyor ki, aynı iddiam devam ediyor. Sadece son toplar değil mesele. Ukic asla bir takımın esas oğlanı olamaz. Ondan takım lideri olmaz. O ancak başka bir starın yanında yardımcı jön olur.
Şimdi bazıları bu hezimete kılıf olarak kulübün içinden geçtiği süreci bahane gösterebilir. Soruyorum: 03 Temmuz'un ucu erkek basketbol takımına nerede ve ne zaman dokunmuş? Haydi, sezon öncesi bazı gelişmeler, küçülme söylentileri voleybolcularımızı ve kadın basketbolcuları tedirgin etti. Haklı olarak tedirgin etti. Ama bunlara, Erkek Basketbol takımına girdisi çıktısı ne oldu, nasıl etkiledi, onu anlayamıyorum. Kulübün en rahat şubesi bunlardı ve halen bunlar... Dolayısıyla bahanelere sığınmak, yüzsüzlük ve arsızlığın bir başka adı olur.
Kimse mazeret aramasın. Süreci filan bahane etmesin. Bu takımın temel sorunları:
1) Yetersiz, vizyonu dar bir koç…
2) Lider, winner yıldızlara sahip olmaması… Mirsad ve Ömer bu iş için biçilmiş kaftan ama onların yaşları kemale erdi ve sağlık durumları ortada…
3) Ukic’in liderlik yapacak mental seviyede olmaması ve koçun bu liderliği ısrarla ondan beklemesi…
4) Yerli rotasyonu daralmışken, yabancı seçimlerini Euroleague düzeyinde vasat oyunculardan yana kullanmak…
5) Takım artık ne hocasına, ne kendisine inanıyor. Çürüme başlamış. İnançsızlıktan büyük çürüme olmaz.
Çok geç olmadan, bugünden tezi yok doğru adımlar atılmalı. Neler yapılmalı, ayrıca yazarız düşüncelerimizi. Şimdilik Neven’i kapı önüne koymaktan acil bir çözüm yok. İdare-i maslahatla alınacak bir karış yol kalmamıştır. Artık bizi oyalamayın!
Bu kötü gidişten mesul olduğu halde yaşanan hezimete rağmen başını deve kuşu gibi kuma gömen, olanları yok sayan, idare-i maslahat peşindeki bütün etkili ve yetkili kişiler... Sahada ter akıtmak yerine mağlubiyeti kanıksamış, ruhsuz oyuncu kadrosu dahil olmak üzere... Daha fazla arsızlık ve yüzsüzlük yapmayın! Birileri bu olanların bedelini ödemeli.
Son olarak: 
Çok kötü oynuyorduk. Piyangodan Top-16’ya kaldık. Hemde grup lideri olarak… Bana basketbolun adaletini sorgulatan ama bir o kadar sevindiren bir sonuçtu. Ve dün akşam seri başı olarak başladığımız grubu sonuncu bitirdik. Basketbolun adaleti varmış. İnandım buna.

0 yorum:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Etiketler