Moda'dan
Ada'ya..
Yılların alışkanlığı ve sözlüklerin
değişmez kuralı olarak beyan edeceğiniz fikirlerinize tanım eklemeden giriş
yapmak hoş bir davranış sayılmaz. Dolayısıyla ilk önce tanım yapalım ve tabir-i
caizse ziyan olmayalım.
Futbol:
Tanım: Futbol, on birer oyuncudan oluşan
iki takım arasında, kendine özgü küresel bir topla oynanan takım sporu. 21.
yüzyıl itibarıyla 200'ün üzerinde ülkede 250 milyonu aşkın oyuncu tarafından
oynanmaktadır ve dünyadaki en popüler spordur.
34.000 nüfuslu küçük bir adadaki insanlar
için futbol, dışarıdan bakıldığında 22 adamın yuvarlak bir şeyin peşinden
koşarak yapmaya uğraştıkları bir şey gibi görünebilir ama günümüz şartlarında,
özellikle boğazına kadar endüstriye, paraya ve kirli işlere bulaşan bu güzel oyun
pek de masum sayılmaz. Koca koca takım elbiseli adamların milyonları peşinden
deplasman deplasman sürükleyen takımların kaderiyle masa başlarında oynadığı,
sponsorların ve zenginlerin son zamanlarda en güzel düşlerini süsleyen en
albenili oyun olan futbol, kendisine yöneltilen çirkin bakışlara rağmen onu
hala deli gibi sevenlerin muzaffer desteğiyle temiz kalma mücadelesine devam
ediyor.
Hayat, her türlü teknik ve duygusal
desteğe rağmen kavga edilmesi kaçınılmaz olan bir olgu. Bu kavgada insan
yanında sadece en sevdiklerini değil, en çok bağlandıklarını da görmek ister.
Onların desteğini nabızlarında hissederek yola devam etmenin hazzını tatmak en
güzel duygudur belki de.
Juventus taraftarı Michael için de
geçerli sayılabilir tüm bunlar. 14 yaşındaki Michael ve 5 arkadaşı
Cuggiono'daki bir köprüden, 6,5 feet derinliğindeki bir nehre atlıyorlar.
Sudayken Michael'ın kalbi duruyor. Defibrilator sayesinde hayat döndürülüyor ve
kaldırıldığı hastanede 4 hafta komada kalıyor.
Tanrı onu ailesine ve
sevenlerine bağışlarken Michael'ın uyanır uyanmaz sorduğu soru "Juventus
hala Şampiyonlar Ligi'nde mi?" oluyor. Doktoru bunun kariyerindeki en
muhteşem an olduğunu söylüyor. Juventus'un sadece Şampiyonlar Ligi finaline
kaldığını değil Serie A'yı da kazandığını öğrenen Michael uyandığının ertesi
günü tüm bunları kutlamak için bir mojito istiyor. Futbolun mücadelesine
duymamız gereken saygıyı Michael'ın önünde ayağa kalkarak gösterebiliriz
sanırım.
"Bir kitap okudum ve hayatım
değişti!" mottosu çok sık karşılaşılan bir mottodur ve hızla tüketildiği
için samimiyetini günden güne kaybetmektedir. Buna karşın gerçek hayatın peri
masalları ise tüm hızıyla dünyanın en ücra yerlerinde devam etmekte. Paul
Watson ve Ayağa Oyna Pohnpei'nin masalı da sürükler cinsten.
Paul Watson 1984 yılında Kanada'nın
Lethbridge şehrinde doğdu. Bristol - İngiltere'de büyüdü ve Leeds
Üniversitesi'nde İtalyanca okudu. Okulu bitirince Channel 4 isimli bir
televizyon kanalının Football Italia isimli web sitesinde çalıştı. Hayatını
futbol yazarlığı yaparak, mutsuz ve sıkkın bir şekilde kazandı. Ta ki hayalinin
peşinden koşmaya karar verene kadar.
Mutsuz insanların da hayalleri vardır.
Tutkuyla bağlı oldukları hayalleri. Paul de futbolu çok seviyordu. Kafka'nın
Milena'sını sevdiği gibi. Aslında Milena'nın yerini çok sevdiği kız arkadaşı
Lizzie almıştı ama onun yanında tarihin en iyi arkadaşı Max Brodd'u
kıskandıracak cinsten bir adam vardı: Matt Conrad. Sadece hayatları değil
hayalleri de ortaktı; uluslararası bir futbol maçında oynamak.
Son derece ütopik görünen bu hayal Paul
ve Matt için öyle değildi. Onları hayallerinin uçukluğuyla yıldıramazdınız zira
o hayal, uğruna daha sonra Mikronezya Federal Devleteri'ne gitmelerini
sağlayacak kadar güçlüydü.
Paul çalışıyor, Matt ise ikinci büyük
hayali yönetmenlik için son derece prestijli bir Amerikan kursundan
başvurusunun olumlu sonuçlandığı haberini beklemek için evde kalıyordu. İşin
araştırma kısmı haliyle Matt'e kalmıştı. FIFA listeleri taranmış,
oynayabilecekleri herhangi bir profesyonel takım bulabilme ümidiyle saatler
saatleri kovalamıştı. Umutları tükenmiyordu ama gözleri ve elleri yoruluyordu.
Yoğun uğraşlar sonuçsuz kalmak üzereyken Matt tünelin ucundaki ışıktı adeta.
Yap diye bir yer bulmuştu. Mikronezya Federal Devletleri'ne bağlı olan Yap,
6300 kişilik küçük bir adaydı. Ama ilgi çeken şey bu değildi. Yap Adası bir
futbol maçında Pohnpei isimli komşu bir adayı yenmişti. Ufak bir araştırma
sonucunda Pohnpei'nin bugüne dek alınmış herhangi bir galibiyeti olmadığını
bulmuşlardı. Hedef açıktı: Pohnpei'de oynamak.
Kurdukları hayal güçlenmeye başlayınca
Paul bu güzel sırrı kardeşi Mark'la paylaştı. Mark küçük bir araştırma
sonrasında kötü haberi verdi. Pohnpei'de futbol oynamak istiyorlarsa Mikronezya
vatandaşı olmaları gerekiyordu. Şartlar açıktı; ya 5 yıl Mikronezya Federal
Devletleri'nde kalacaklar, ya Mikronezya Federal Devletleri'nden bir kadınla
evlenecekler ya da bağlı bulundukları ülkenin pasaportunu yırtıp, vatandaşlık
yemini edip Mikronezya vatandaşı olacaklardı. Pohnpei'de futbol oynama
hayalleri suya düşmüştü ama başka bir hayal hemen canlanmıştı: Antrenörlük
yapmak.
Antrenörlük yapmak için herhangi bir
engel kalmadığı anlaşılınca Pohnpei Futbol Federasyonu'na sayısız mail
yolladılar. Hepsi duvara çarpıp geri gelirken günün birinde Charles Musana isimli
bir adam bu sessiz çığlığa cevap verdi. Charles, Pohnpei futbol Federasyonu
başkan yardımcısıydı ve işi için birkaç gün sonra İngiltere'ye uçmak üzereydi.
Paul ve Matt, müthiş bir heyecan içinde Charles'a randevu verirken heyecandan
ölmek üzereydiler. Hayallerine resmen yaklaşıyorlardı.
Charles'la ufak bir kafede ve yağmuru bir
İngiltere akşamında yapılan görüşmeden sonra hayal ettikleri şeyin ne denli zor
olduğunu anladılar. Charles tüm iyi niyetiyle yardımcı olmak istiyordu ama
Pohnpei'de futbol çok yabancı bir kavramdı. 3-5 genç, o da spor olsun diye
oynuyor, kimse futbolu ciddiye almıyordu. İngiltere'den kalkıp Pohnpei'ye
gideceklerse bunu göze almaları gerekirdi.
Paul konuyu kız arkadaşı Lizzie'ye açtı.
"Burda kalıp keşke gitseydim diyeceğine gitmeni tercih ederim." dedi
Lizzie. Bunun üzerine Paul işi bıraktı, çeşitli ekonomik hamleler yapıldı,
havayolu şirketleri araştırıldı ve iki kişilik yer ayırtıldı. Paul ve Matt
gidiyorlardı.
25 saatlik bir uçak yolculuğunun ardından
yanlarında getirdikleri kramponlar, tozluklar, binbir uğraş sonucu kulüplerden
edindikleri Yeovil Town ve Norwich City formalarıyla Pohnpei'e vardılar. Aşırı
nem ve yağmur suratlarına tokat gibi çarptı. Yağmurun ne zaman kesileceğini
merak ederlerken girdikleri küçük baklal dükkanında Ocak ayında başlayıp Aralık
ayında sona erdiğini öğrendiler ve 1-0 geriye düştüler.
Küçük bir ada olan Pohnpei'in kendi gibi
küçük ve kurbağalarla kaplı bir futbol sahası vardı. Orada onları daha sonra
takımın önemli oyuncularından olacak Ryan karşıladı. Charles'ın bahsettiği
üzere futbolla kimse ilgilenmiyordu. Takım kurmak, onları resmi bir maça
hazırlamak ve en büyük hayal olan antrenör olarak resmi bir maç kazanmak
giderek zorlaşan bir hal almaya başlamıştı.
Ryan'ın yardımları ve yanlarında getirdikleri
malzelemelerin çekiciliği sayesinde biraz dikkate değer bulunmaya başladılar.
Adadaki diğer gençler yavaş yavaş futbolla ilgilenmişlerdi. Paul'un Pohnpei'ye
gelmeden evvel defalarca izlediği antrenman tekniklerini gösterebileceği
kalabalığa ulaşmayı başarmışlardı. İş şimdi teknik kısımda ve futbolu bir uzak
doğu sporu zanneden bu gençleri eğitmekteydi.
Bu konuda yardımlarına Pohnpei'nin en iyi
futbolcusu Dilshan Senarathgoda yetişti. Dilshan saygı duyulan bir futbolcuydu
ve liderlik meziyetleri muazzamdı. Oluşturmaya çalıştıkları takımı Dilshan'ın
etrafında organize edebilirlerdi ve o buna gerçekten uygundu.
Uzun süren uğraşlar, türlü aksaklıklar,
çetin zoruklar sonunda bir takım kurmayı başardılar. Bu esnada Lizzie domuz
gribine yakalandı ve Paul birkaç kez İngiltere'ye gitmek zorunda kaldı. Her
gidişince sürekli sponsor aradı. Sponsor onlar için hayati bir önem taşıyordu
çünkü ilk resmi maçlarını oynayacakları Guam'a yolculuk yapabilmek için para
gerekliydi. Peri masalının gerçeğe dönüşmesi an meselesiydi ama sponsor
bulmaları, forma yaptırmaları, uçakta yer ayırtıp Guam'a gitmeleri için devasa
bir para gerekliydi. İşler burada tıkanıyordu.
Lizzie için İngiltere'ye döndükleri zaman
Matt, uzun süredir hayalini kurduğu yönetmenlik kursuna kabul ediliğini
öğrendi. Bu, yolların bir süreliğine ayrılması demekti. Paul, Lizzie'yi
İngiltere'de, Matt'i ise New York'ta bırakıp Pohnpei'nin yolunu tuttu.
Paul'ün yokluğunda liderlik özellikleri
tartışılmaz olan Dilshan takımı harika yönetmişti. Guam'da yapılacak resmi maç
için takım hazırdı ama Guam'a gitmeyi sağlayacak finansal destekten hala
yoksundular. Paul takımın önünde yalancı durumuna düşmemek için geceleri
uykusuz kalmaya son derece alışmışken yardım New York'taki dostundan geldi.
Matt parayı bulmuştu.
Matt'in arkaşadı Larry Coyne bir lojistik
şirketinde yüksek bir mevkiideydi ve eğer formalarının önüne Coyne Hava Yolları
yazarlarsa onlara 10.000 Sterlin vermeye hazır olduklarını söylemişti.
Pohnpei'nin mavi-beyaz adidas formalarının önünde Coyne Hava Yolları reklamı
çok şık durmuştu. Başarmak üzereydiler.
Formalar, sponsorun sağladığı finansman
ve Matt'i de yanına alarak geldiği memleketinden üçüncü kez Pohnpei'ye dönen
Paul için o harika an gelip çatmıştı. Guam'a bir takım olarak gidiyorlardı ve
belki de tarihe geçeceklerdi. Hayatlarında ilk kez uçağa binen 16 adam, Paul ve
Matt, Guam'daydılar ve önlerinde Rovers, Crushers ve Guam 19 Yaş Milli
Takımı'yla yapacakları 3 maç vardı.
İlk maçı Rovers'la oynadılar. Klasik
4-4-2 başladılar. Takım Dilshan ve yanındaki defansif orta saha Nick etrafında
kurulmuştu. Fena oynamıyorlardı ama heyecan üzerlerinde baskı oluşturmuştu.
Maçı 3-2 kaybettiler ama aslında kaybetmeyi hiç de hak etmemişlerdi.
Kaldıkları tesislerde yönetmen olan
Matt'in kaydettiği maç görüntülerini tekrar tekrar izlediler. Bireysel
hatalarını fark ettiler ve ertesi günkü Crushers maçı için adeta yerlerinde
duramıyorlardı. O maçı kesinlikle kazanacak ve tarihe geçeceklerdi.
Crushers maçı için belirlenen saatten
önce uyandılar, kahvaltıdan sonra zıpkın gibi fırlayarak sahaya gittiler. Rakip
fena görünmüyordu ama bir önceki gün alınan acı mağlubiyet stres yaratabilirdi.
Paul sistemiyle pek oynayan bir teknik adam değildi. Zaten elindeki 16 adamla
farklı varyasyonlar yapması da pek beklenemezdi. Rovers maçındaki gibi klasik
4-4-2 başladılar. Fırtına gibi girdiler maça ve 15 dakika içinde 3-0 yaptılar.
Oluyordu. Hayal gerçeğe dönüşüyordu.
Devreye 4-0'la girdiler. Devre arasında
yapılan takım konuşmasında kimse gevşemedi, kimsede rehavetten eser bile yoktu.
Aralarındaki uyumla Tsubasa ve yılmaz yardımcısı Misaki'yi andıran Dilshan ve
Nick önderliğinde skor çabucak 6-0 oldu. Basit bir hatayla 6-1'e gelen oyun,
son 15 dakikada atılan golle 7-1 oldu ve maç bu şekilde sona erdi.
Kazanmışlardı. Hayal, gerçeğe dönüşmüştü.
Sevinç gösterileri, sonsuz gurur ve kıvançla
birlikte gidilen tesislerde ertesi günkü Guam 19 Yaş Milli Takımı'yla yapılacak
maç kafalardaydı. Ama aslında herkes 7-1 biten maçın hiç bitmemiş olmasını
diliyordu.
Guam Milli Takımı'yla yapılacak maç için
sahaya geldiler. Klasik bir takım konuşmasının ardından maç başladı. İlk 20
dakikaya Pohnpei iyi başlasa da bireysel hatalarla skor bir anda 2-0 olmuştu.
Geri düşmüşlerdi. Devre sonuna kadar oyunu ellerinde tutmalarına rağmen skor
3-0 olmuştu. İlk yarı bu şekilde sona erdi. Maçın başında çiseleyen yağmur
ikinci yarının başında dehşet bir sürate ulaştı. Göz gözü görmez oldu. Yağmur
Pohnpei'nin en sevdiği şeydi. Bunu avantaja çevirmek istedilerse de başarılı
olamadılar. Hakem bu şekilde devam edilemeyeceğini her iki takım antrenörüne de
iletti ve maç 3-0 Guam Milli Takımı lehine tescil edildi. Bu maçı
kaybetmişlerdi ama onlar zaten çoktan tarihe geçmişlerdi.
Pohnpei'ye döndüklerinde sadece tarihe
geçmediklerini anladılar. Zaferi kazanan oyuncular halkın yoğun ilgisiyle
karşılaşıyordu. Çocuklar, zaferi kazananlardan o anları anlatmalarını
istiyordu. Eskiden kurbağaların ev sahibi olduğu saha artık futbol oynamak
isteyen gençleri ağırlıyordu. Peri masalı gerçek olmuştu, başarmışlardı.
Salt halkın değil Mikronezya Federal
Devleti'nin de dikkatini çektiler. Futbol artık öncelik önemi edindi. Dilshan
Pohnpei futbol takımının antrenörüydü ve artık bir maaş bile alacaktı.
Paul Watson delice tutunduğu hayaline
kavuşmanın haklı mutluluğunu yaşadı. Belki de hala yaşıyordur. 2014 yılında
Moğolistan takımı Bayangol'dan gelen teklif üzerine oraya gitti ve orda teknik
direktörlük yapmaya başladı. Futbol hala kirletilemeyecek kadar güzel. Dünyanın
bir ucundaki insanların umut ışığı ve çocukların gözlerindeki sevinç
parıltısı...
Paul Watson ve macerasına dair bir
belgesel projesi var Matt Conrad'in.
Şöyle bir site tasarlamışlar. Belki
ilginizi çeker.
Derleyen : Onur GARİP @onurgrp
0 yorum:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.