3 Haziran 2015 Çarşamba

Moda'dan Ada'ya.. Paul Watson !!!

Moda'dan Ada'ya..
Yılların alışkanlığı ve sözlüklerin değişmez kuralı olarak beyan edeceğiniz fikirlerinize tanım eklemeden giriş yapmak hoş bir davranış sayılmaz. Dolayısıyla ilk önce tanım yapalım ve tabir-i caizse ziyan olmayalım.

Futbol:
Tanım: Futbol, on birer oyuncudan oluşan iki takım arasında, kendine özgü küresel bir topla oynanan takım sporu. 21. yüzyıl itibarıyla 200'ün üzerinde ülkede 250 milyonu aşkın oyuncu tarafından oynanmaktadır ve dünyadaki en popüler spordur.
34.000 nüfuslu küçük bir adadaki insanlar için futbol, dışarıdan bakıldığında 22 adamın yuvarlak bir şeyin peşinden koşarak yapmaya uğraştıkları bir şey gibi görünebilir ama günümüz şartlarında, özellikle boğazına kadar endüstriye, paraya ve kirli işlere bulaşan bu güzel oyun pek de masum sayılmaz. Koca koca takım elbiseli adamların milyonları peşinden deplasman deplasman sürükleyen takımların kaderiyle masa başlarında oynadığı, sponsorların ve zenginlerin son zamanlarda en güzel düşlerini süsleyen en albenili oyun olan futbol, kendisine yöneltilen çirkin bakışlara rağmen onu hala deli gibi sevenlerin muzaffer desteğiyle temiz kalma mücadelesine devam ediyor.

Hayat, her türlü teknik ve duygusal desteğe rağmen kavga edilmesi kaçınılmaz olan bir olgu. Bu kavgada insan yanında sadece en sevdiklerini değil, en çok bağlandıklarını da görmek ister. Onların desteğini nabızlarında hissederek yola devam etmenin hazzını tatmak en güzel duygudur belki de.
Juventus taraftarı Michael için de geçerli sayılabilir tüm bunlar. 14 yaşındaki Michael ve 5 arkadaşı Cuggiono'daki bir köprüden, 6,5 feet derinliğindeki bir nehre atlıyorlar. Sudayken Michael'ın kalbi duruyor. Defibrilator sayesinde hayat döndürülüyor ve kaldırıldığı hastanede 4 hafta komada kalıyor. 

Tanrı onu ailesine ve sevenlerine bağışlarken Michael'ın uyanır uyanmaz sorduğu soru "Juventus hala Şampiyonlar Ligi'nde mi?" oluyor. Doktoru bunun kariyerindeki en muhteşem an olduğunu söylüyor. Juventus'un sadece Şampiyonlar Ligi finaline kaldığını değil Serie A'yı da kazandığını öğrenen Michael uyandığının ertesi günü tüm bunları kutlamak için bir mojito istiyor. Futbolun mücadelesine duymamız gereken saygıyı Michael'ın önünde ayağa kalkarak gösterebiliriz sanırım.

"Bir kitap okudum ve hayatım değişti!" mottosu çok sık karşılaşılan bir mottodur ve hızla tüketildiği için samimiyetini günden güne kaybetmektedir. Buna karşın gerçek hayatın peri masalları ise tüm hızıyla dünyanın en ücra yerlerinde devam etmekte. Paul Watson ve Ayağa Oyna Pohnpei'nin masalı da sürükler cinsten.
Paul Watson 1984 yılında Kanada'nın Lethbridge şehrinde doğdu. Bristol - İngiltere'de büyüdü ve Leeds Üniversitesi'nde İtalyanca okudu. Okulu bitirince Channel 4 isimli bir televizyon kanalının Football Italia isimli web sitesinde çalıştı. Hayatını futbol yazarlığı yaparak, mutsuz ve sıkkın bir şekilde kazandı. Ta ki hayalinin peşinden koşmaya karar verene kadar.

Mutsuz insanların da hayalleri vardır. Tutkuyla bağlı oldukları hayalleri. Paul de futbolu çok seviyordu. Kafka'nın Milena'sını sevdiği gibi. Aslında Milena'nın yerini çok sevdiği kız arkadaşı Lizzie almıştı ama onun yanında tarihin en iyi arkadaşı Max Brodd'u kıskandıracak cinsten bir adam vardı: Matt Conrad. Sadece hayatları değil hayalleri de ortaktı; uluslararası bir futbol maçında oynamak.
Son derece ütopik görünen bu hayal Paul ve Matt için öyle değildi. Onları hayallerinin uçukluğuyla yıldıramazdınız zira o hayal, uğruna daha sonra Mikronezya Federal Devleteri'ne gitmelerini sağlayacak kadar güçlüydü.

Paul çalışıyor, Matt ise ikinci büyük hayali yönetmenlik için son derece prestijli bir Amerikan kursundan başvurusunun olumlu sonuçlandığı haberini beklemek için evde kalıyordu. İşin araştırma kısmı haliyle Matt'e kalmıştı. FIFA listeleri taranmış, oynayabilecekleri herhangi bir profesyonel takım bulabilme ümidiyle saatler saatleri kovalamıştı. Umutları tükenmiyordu ama gözleri ve elleri yoruluyordu. Yoğun uğraşlar sonuçsuz kalmak üzereyken Matt tünelin ucundaki ışıktı adeta. Yap diye bir yer bulmuştu. Mikronezya Federal Devletleri'ne bağlı olan Yap, 6300 kişilik küçük bir adaydı. Ama ilgi çeken şey bu değildi. Yap Adası bir futbol maçında Pohnpei isimli komşu bir adayı yenmişti. Ufak bir araştırma sonucunda Pohnpei'nin bugüne dek alınmış herhangi bir galibiyeti olmadığını bulmuşlardı. Hedef açıktı: Pohnpei'de oynamak.
Kurdukları hayal güçlenmeye başlayınca Paul bu güzel sırrı kardeşi Mark'la paylaştı. Mark küçük bir araştırma sonrasında kötü haberi verdi. Pohnpei'de futbol oynamak istiyorlarsa Mikronezya vatandaşı olmaları gerekiyordu. Şartlar açıktı; ya 5 yıl Mikronezya Federal Devletleri'nde kalacaklar, ya Mikronezya Federal Devletleri'nden bir kadınla evlenecekler ya da bağlı bulundukları ülkenin pasaportunu yırtıp, vatandaşlık yemini edip Mikronezya vatandaşı olacaklardı. Pohnpei'de futbol oynama hayalleri suya düşmüştü ama başka bir hayal hemen canlanmıştı: Antrenörlük yapmak.

Antrenörlük yapmak için herhangi bir engel kalmadığı anlaşılınca Pohnpei Futbol Federasyonu'na sayısız mail yolladılar. Hepsi duvara çarpıp geri gelirken günün birinde Charles Musana isimli bir adam bu sessiz çığlığa cevap verdi. Charles, Pohnpei futbol Federasyonu başkan yardımcısıydı ve işi için birkaç gün sonra İngiltere'ye uçmak üzereydi. Paul ve Matt, müthiş bir heyecan içinde Charles'a randevu verirken heyecandan ölmek üzereydiler. Hayallerine resmen yaklaşıyorlardı.

Charles'la ufak bir kafede ve yağmuru bir İngiltere akşamında yapılan görüşmeden sonra hayal ettikleri şeyin ne denli zor olduğunu anladılar. Charles tüm iyi niyetiyle yardımcı olmak istiyordu ama Pohnpei'de futbol çok yabancı bir kavramdı. 3-5 genç, o da spor olsun diye oynuyor, kimse futbolu ciddiye almıyordu. İngiltere'den kalkıp Pohnpei'ye gideceklerse bunu göze almaları gerekirdi.

Paul konuyu kız arkadaşı Lizzie'ye açtı. "Burda kalıp keşke gitseydim diyeceğine gitmeni tercih ederim." dedi Lizzie. Bunun üzerine Paul işi bıraktı, çeşitli ekonomik hamleler yapıldı, havayolu şirketleri araştırıldı ve iki kişilik yer ayırtıldı. Paul ve Matt gidiyorlardı.

25 saatlik bir uçak yolculuğunun ardından yanlarında getirdikleri kramponlar, tozluklar, binbir uğraş sonucu kulüplerden edindikleri Yeovil Town ve Norwich City formalarıyla Pohnpei'e vardılar. Aşırı nem ve yağmur suratlarına tokat gibi çarptı. Yağmurun ne zaman kesileceğini merak ederlerken girdikleri küçük baklal dükkanında Ocak ayında başlayıp Aralık ayında sona erdiğini öğrendiler ve 1-0 geriye düştüler.

Küçük bir ada olan Pohnpei'in kendi gibi küçük ve kurbağalarla kaplı bir futbol sahası vardı. Orada onları daha sonra takımın önemli oyuncularından olacak Ryan karşıladı. Charles'ın bahsettiği üzere futbolla kimse ilgilenmiyordu. Takım kurmak, onları resmi bir maça hazırlamak ve en büyük hayal olan antrenör olarak resmi bir maç kazanmak giderek zorlaşan bir hal almaya başlamıştı.

Ryan'ın yardımları ve yanlarında getirdikleri malzelemelerin çekiciliği sayesinde biraz dikkate değer bulunmaya başladılar. Adadaki diğer gençler yavaş yavaş futbolla ilgilenmişlerdi. Paul'un Pohnpei'ye gelmeden evvel defalarca izlediği antrenman tekniklerini gösterebileceği kalabalığa ulaşmayı başarmışlardı. İş şimdi teknik kısımda ve futbolu bir uzak doğu sporu zanneden bu gençleri eğitmekteydi.

Bu konuda yardımlarına Pohnpei'nin en iyi futbolcusu Dilshan Senarathgoda yetişti. Dilshan saygı duyulan bir futbolcuydu ve liderlik meziyetleri muazzamdı. Oluşturmaya çalıştıkları takımı Dilshan'ın etrafında organize edebilirlerdi ve o buna gerçekten uygundu.

Uzun süren uğraşlar, türlü aksaklıklar, çetin zoruklar sonunda bir takım kurmayı başardılar. Bu esnada Lizzie domuz gribine yakalandı ve Paul birkaç kez İngiltere'ye gitmek zorunda kaldı. Her gidişince sürekli sponsor aradı. Sponsor onlar için hayati bir önem taşıyordu çünkü ilk resmi maçlarını oynayacakları Guam'a yolculuk yapabilmek için para gerekliydi. Peri masalının gerçeğe dönüşmesi an meselesiydi ama sponsor bulmaları, forma yaptırmaları, uçakta yer ayırtıp Guam'a gitmeleri için devasa bir para gerekliydi. İşler burada tıkanıyordu.

Lizzie için İngiltere'ye döndükleri zaman Matt, uzun süredir hayalini kurduğu yönetmenlik kursuna kabul ediliğini öğrendi. Bu, yolların bir süreliğine ayrılması demekti. Paul, Lizzie'yi İngiltere'de, Matt'i ise New York'ta bırakıp Pohnpei'nin yolunu tuttu.

Paul'ün yokluğunda liderlik özellikleri tartışılmaz olan Dilshan takımı harika yönetmişti. Guam'da yapılacak resmi maç için takım hazırdı ama Guam'a gitmeyi sağlayacak finansal destekten hala yoksundular. Paul takımın önünde yalancı durumuna düşmemek için geceleri uykusuz kalmaya son derece alışmışken yardım New York'taki dostundan geldi. Matt parayı bulmuştu.
Matt'in arkaşadı Larry Coyne bir lojistik şirketinde yüksek bir mevkiideydi ve eğer formalarının önüne Coyne Hava Yolları yazarlarsa onlara 10.000 Sterlin vermeye hazır olduklarını söylemişti. Pohnpei'nin mavi-beyaz adidas formalarının önünde Coyne Hava Yolları reklamı çok şık durmuştu. Başarmak üzereydiler.

Formalar, sponsorun sağladığı finansman ve Matt'i de yanına alarak geldiği memleketinden üçüncü kez Pohnpei'ye dönen Paul için o harika an gelip çatmıştı. Guam'a bir takım olarak gidiyorlardı ve belki de tarihe geçeceklerdi. Hayatlarında ilk kez uçağa binen 16 adam, Paul ve Matt, Guam'daydılar ve önlerinde Rovers, Crushers ve Guam 19 Yaş Milli Takımı'yla yapacakları 3 maç vardı. 

İlk maçı Rovers'la oynadılar. Klasik 4-4-2 başladılar. Takım Dilshan ve yanındaki defansif orta saha Nick etrafında kurulmuştu. Fena oynamıyorlardı ama heyecan üzerlerinde baskı oluşturmuştu. Maçı 3-2 kaybettiler ama aslında kaybetmeyi hiç de hak etmemişlerdi.

Kaldıkları tesislerde yönetmen olan Matt'in kaydettiği maç görüntülerini tekrar tekrar izlediler. Bireysel hatalarını fark ettiler ve ertesi günkü Crushers maçı için adeta yerlerinde duramıyorlardı. O maçı kesinlikle kazanacak ve tarihe geçeceklerdi.

Crushers maçı için belirlenen saatten önce uyandılar, kahvaltıdan sonra zıpkın gibi fırlayarak sahaya gittiler. Rakip fena görünmüyordu ama bir önceki gün alınan acı mağlubiyet stres yaratabilirdi. Paul sistemiyle pek oynayan bir teknik adam değildi. Zaten elindeki 16 adamla farklı varyasyonlar yapması da pek beklenemezdi. Rovers maçındaki gibi klasik 4-4-2 başladılar. Fırtına gibi girdiler maça ve 15 dakika içinde 3-0 yaptılar. Oluyordu. Hayal gerçeğe dönüşüyordu. 

Devreye 4-0'la girdiler. Devre arasında yapılan takım konuşmasında kimse gevşemedi, kimsede rehavetten eser bile yoktu. Aralarındaki uyumla Tsubasa ve yılmaz yardımcısı Misaki'yi andıran Dilshan ve Nick önderliğinde skor çabucak 6-0 oldu. Basit bir hatayla 6-1'e gelen oyun, son 15 dakikada atılan golle 7-1 oldu ve maç bu şekilde sona erdi. Kazanmışlardı. Hayal, gerçeğe dönüşmüştü.
 Sevinç gösterileri, sonsuz gurur ve kıvançla birlikte gidilen tesislerde ertesi günkü Guam 19 Yaş Milli Takımı'yla yapılacak maç kafalardaydı. Ama aslında herkes 7-1 biten maçın hiç bitmemiş olmasını diliyordu.

 Guam Milli Takımı'yla yapılacak maç için sahaya geldiler. Klasik bir takım konuşmasının ardından maç başladı. İlk 20 dakikaya Pohnpei iyi başlasa da bireysel hatalarla skor bir anda 2-0 olmuştu. Geri düşmüşlerdi. Devre sonuna kadar oyunu ellerinde tutmalarına rağmen skor 3-0 olmuştu. İlk yarı bu şekilde sona erdi. Maçın başında çiseleyen yağmur ikinci yarının başında dehşet bir sürate ulaştı. Göz gözü görmez oldu. Yağmur Pohnpei'nin en sevdiği şeydi. Bunu avantaja çevirmek istedilerse de başarılı olamadılar. Hakem bu şekilde devam edilemeyeceğini her iki takım antrenörüne de iletti ve maç 3-0 Guam Milli Takımı lehine tescil edildi. Bu maçı kaybetmişlerdi ama onlar zaten çoktan tarihe geçmişlerdi.
Pohnpei'ye döndüklerinde sadece tarihe geçmediklerini anladılar. Zaferi kazanan oyuncular halkın yoğun ilgisiyle karşılaşıyordu. Çocuklar, zaferi kazananlardan o anları anlatmalarını istiyordu. Eskiden kurbağaların ev sahibi olduğu saha artık futbol oynamak isteyen gençleri ağırlıyordu. Peri masalı gerçek olmuştu, başarmışlardı.

Salt halkın değil Mikronezya Federal Devleti'nin de dikkatini çektiler. Futbol artık öncelik önemi edindi. Dilshan Pohnpei futbol takımının antrenörüydü ve artık bir maaş bile alacaktı.

Paul Watson delice tutunduğu hayaline kavuşmanın haklı mutluluğunu yaşadı. Belki de hala yaşıyordur. 2014 yılında Moğolistan takımı Bayangol'dan gelen teklif üzerine oraya gitti ve orda teknik direktörlük yapmaya başladı. Futbol hala kirletilemeyecek kadar güzel. Dünyanın bir ucundaki insanların umut ışığı ve çocukların gözlerindeki sevinç parıltısı...
Paul Watson ve macerasına dair bir belgesel projesi var Matt Conrad'in. 

Şöyle bir site tasarlamışlar. Belki ilginizi çeker.


Derleyen : Onur GARİP 

0 yorum:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Etiketler